14 Mayıs 2011 Cumartesi

SİNİR SİSTEMİ HASTALIKLARI 2

Beyin hasarları için yeni umut

[13.12.2007]
Beyin hasarları için yeni umut

ABD’de üretilen bir aygıt, beyninde hasar oluşan hastalar için umut oldu. 6 yıldır ‘bilinç düzeyi en alt seviyede’ olan bir hasta, vücuduna yerleştirilen aygıtın ardından iyileşme belirtileri göstermeye başladı.
ABD’deki JFK Johnson Rehabilitasyon Enstitüsü’nden Dr. Joseph Giacino, uyarıcı elektrik akımı verilmeden önce hastanın sadece gözünü ya da parmağını biraz kıpırdatabildiğini, şimdiyse konuşabildiğini, bazı hareketleri yapabildiğini ve sorulara derhal cevap verebildiğini belirtti.

Giacino, ailesinin adının açıklanmasını istemediği 38 yaşındaki hastanın artık yemekleri çiğneyebildiğini, yutabildiğini ve suni beslenmeye ihtiyaç duymadığını da ifade etti.

İngiliz Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya imza atanlardan Josef Fins de yöntemin diğer hastalar üzerinde de işe yaraması halinde, bu başarının bilinç düzeyi en alt seviyede olan hastaların tedavisinde yeni bir çığır açacağını söyledi.
KOMA YA DA BİTKİSEL HAYATLA KARIŞTIRILMAMALI
Bilinç düzeyi en alt seviyede olan hastaların komadaki ya da bitkisel hayattaki hastalarla karıştırılmaması gerektiğini vurgulayan doktorlar, bilinç düzeyinin en alt seviyede olması durumunda hastaların bazen uyanma belirtileri gösterdiklerini ancak derin bilinç kaybının devam ettiğini belirttiler.

Ancak biliminsanları, yöntemin etkili olabilmesi için beynin ön bölümündeki önemli bazı yerlerin zarar görmemiş olması gerektiğine dikkat çektiler.

Bu yöntem özellikle Parkinson hastalığının tedavisinde kullanılıyor. İleri Parkinson vakalarında hastaların beyni elektrikle uyarılıyor. Uyarı, hastaların titremelerini, kasılmalarını, hareket etme zorluklarını yok ediyor ya da azaltıyor. Mini elektrik şoku, beynin bir bölgesine batırılan elektrotlarla yapılıyor.

Baş ağrısı tümör belirtisi olabilir

[13.12.2007]
Baş ağrısı tümör belirtisi olabilir

Genelde görülen baş ağrıları uyuyunca hafifleyen baş ağrılarıdır. Kafa içi basıncına bağlı baş ağrıları devamlı ve sabahları kalkınca artma özelliği gösterir. Beyninde her tümör olanda baş ağrısı görülecek diye bir kural olmadığını söyleyen Memorial Hastanesi Nöroşirurji Bölümü’nden Prof. Dr. Kadir Tahta “Ancak kişide metabolik bir neden yokken ısrar eden bulantı ve kusmaları da ciddiye almak gerekir. Çocuklarda özellikle bulantısız, fışkırır tarzda kusmalar erken tanı yönünden önem taşır.” dedi. Prof. Tahta, baş ağrısı ve beyin tümörleri ilişkisi hakkında bilgi verdi.
Beyin tümörünün belirtileri nelerdir?Beyin tümörü kafa içinde basınç artışı yaptığı için baş ağrısı en önemli bulgularından birisidir. Her tümörde baş ağrısı olacak diye bir kural da yoktur. Günlük sabah başlayıp akşama doğru artan baş ağrılarında beyin tümöründen uzaklaştırmaktadır. Sabahları artan baş ağrısı varsa ayrıca bulantı ve kusmalar bu baş ağrısına eşlik ediyorsa basınç artışı belirtisi olup ciddiye almakta yarar vardır. Halk arasında sara nöbeti olarak bilinen epileptik nöbet yirmi yaştan sonra ortaya çıktı ise bu da önem arz etmektedir. Toplumun yüzde 50’sinde baş ağrısı bulunmaktadır. Her baş ağrısını tümör olarak değerlendirmekte uygun değildir. Baş ağrısı uzun süreli devam eden kişilerin bir kez olsun değerlendirilmelerinde yarar vardır. Beyin tümörlerinin iyi ve kötü huylu tipleri bulunmaktadır. İyi huylu olan tipleri yıllar içinde büyürler. Kötü huylu olanlar aylar hatta haftalar içinde kişinin yaşam kapasitesini geriletirler.

Beyin tümörü açısından risk taşıyanlar kimlerdir?
Çocuklar ve yaşlılar
Lösemi tedavisi gören çocuklar
Kanser tedavisi için ışın almış hastalar
Genetik anormalliği olan hastalar
Ailesinde beyin tümörü öyküsü olan hastalar.
Bazı genetik hastalığı bulunanlar.
Bazı kimyasal ajanlar ve elektromanyetik alana maruz kalanlar. Petrol ve petrol ürünleri, nükleer yakıtlar, ziraat ilaçları. Özellikle anne karnında ve bebeklikte önemlidir.
Bağışıklık sistemi bozukluğu olanlar. Organ nakli olanlar ve AIDS hastası olanlar serebral lenfoma riski altındadırlar.

Beyin tümörleri nasıl tedavi edilir?
Tanıda manyetik rezonans görüntülemenin (MR) yeri tartışmasızdır. Tümörün yeri, cinsi gibi bilgileri bize ulaştırmaktadır.
Tedavide ana kural tümörden alınan parçanın mikroskopik incelemesi ve mümkün olan maksimum seviyede boşaltılmasıdır. İyi huylu olanlardan özellikle menenjiomlarda tümörün tamamen çıkarılması sonrasında yıllar içinde yenilenmesi olup olmayacağının kontrolü yapılmalıdır. Cerrahi müdahale mikroşirürjikal yöntemle ve modern anestetikler ve anestezi ile çok düşük yüzde1 gibi mortalite ile gerçekleştirmek mümkündür. Hücrelerinde hareketlenme görülenlerde tamamlayıcı tedavi yöntemlerinden radyoterapi

Beyin tümörlerinin tanı ve tedavisinde hasta, ailesi ve hastanedeki ekip bir bütün olarak olaya eğildiklerinde tedavide başarı şansı yükselmektedir. Devamlılık gerektiren bir tedavi şeklidir. Nükseden tümörlerde yine aynı kararlılıkla tedavi edilmektedir. Vücudun başka yerinden özellikle akciğer, meme gibi organlardan sıçrayan metastatik tümörler ve beynin vahşi tümörü olan glioblastomada başarı şansı hala kısıtlıdır. Son aylarda beyin tümörlerine karşı kök hücre ile aşılamalarda parlak sonuçlar alındığı bilgisi sunulsa da malign ve kemoterapi önemlidir. tümörlerde kişiye bir iki aylık ömür ilave ettiği belirtilmektedir.

SİNİR SİSTEMİ HASTALIKLARI

Sinir Sistemi Hastalıkları

Sinir Sistemi Hastalıkları


Tüm zihinsel ve motor yetilerimiz, hafıza, düşünce, duygulanım ve reflekslerimizin tamamı beyin, beyincik ve omurilikden oluşan merkezi sinir sistemi aktiviteleri sonucu oluşmaktadır. Merkezi sinir sistemi ise tüm vücudumuza ve organlarımıza yayılan çok geniş bir periferik sinir sistemi ağı sayesinde hem vüdumuzun tamamı hemde içinde bulunduğumuz çevre ile sürekli iletişim halindedir. Bütün sinir sisteminin embriyogenez esnasında yapısal oluşumu ve hayat boyu normal fonksiyonunu sürdürebilmesi çok sayıda genin uygun zaman ve yerde aktivasyonu veya susturulması ile mümkün olmaktadır. Bu gün modern moleküler genetik ve hücre biyolojisi (neurobiology) sayesinde sinir sisteminin oluşumu ve fonksiyonu için gerekli birçok moleküler mekanizmayı öğrenmiş durumdayız. Dahası, bu bilginin yeni tanı ve tedavi yöntemlerinde uygulamalarını giderek artan oranlarda görmekteyiz.
Anlaşılacağı üzere genetik etiyolojiye sahip sinir sistemi hastalıkları neonatal ve erken çocukluk yaşlarında bulgu verebileceği gibi çok daha ileri yaşlarda da ortaya çıkabilmektedir. Özellikle orta yaş üzeri nüfusun giderek arttığı batı toplumlarında Alzheimer hastalığı, ALS ve benzeri birçok nörolojik hastalığın morbidite ve mortaliteyi ciddi oranda etkiler derecede ön plana çıktığını görüyoruz. Yukarıda bahis olunan hastalıklar gibi birçok nörolojik hastalığın genetik komponentleri olduğu bir süredir bilinmektedir. Ancak sinir sistemi hastalıklarında genetik komponent her zaman tek bir gendeki mutasyona indirgenememekte ve bu hastalıklar çoğu zaman kompleks bir kalıtsal geçiş sergilemektedir. Örneğin Alzheimer hastalığında beyin dokusunda görülen morfolojik plaklar Parkinson hastalığında görülenlerle en az bir ortak moleküler genetik mekanizmayı paylaşmaktadır. Öte taraftan, Huntigton hastalığı, Frajil-X sendromu ve spinoserebellar atrofi hastalığı ilişkin genetik lokuslarda mecvut tekrarlayıcı DNA motiflerinin genişlemesi sonucu oluşan “dinamik mutasyon” hastalıklarıdır. Bu hastalıklarda etken tek bir gen olmasına rağmen nesilden nesile genetik patoloji ağırlaşmakta (tekrarlayan DNA motif sayısının giderek artması sonucu) ve dolayısıyla hastalığın görülme sıklığı veya hastalığın ağırlık derecesi aile fertleri arasında değişkenlik göstermektedir.
Sinir sistemi hastalıklarının moleküler genetik patolojisinde son zamanlarda ön plana çıkan bir diğer mekanizma ise “Apoptosis” olarak adlandırılan moleküler genetik mekanizmalar yoluyla oluşan hücre ölümleri sonucu doku ve fonksiyon kaybı oluşmasıdır. Nörodejeneraratif hastalıkların bir çoğunda hastalığın moleküler mekanizması apoptosis yoluyla veya başka özgün hücre içi iletişim yollarının aksaması nedeniyle oluşan hücre ölümü veya fonksiyon kaybıdır. Öte yandam Charcot-Marie-Tooth Sendromu veya Neimann-Pick Hastalığında olduğu gibi bir diğer grup nörodejeneraratif hastalıkta ise moleküler etken bilhassa sinir sisteminde yaygın bir metabolik yolun (sırasıyla, myelin biyosentezi ve kolesterol taşınması gibi) aksaması sonucudur.

Her yıl binlerce kişide beyin tümörü görülüyor

[19.02.2008]
Her yıl binlerce kişide beyin tümörü görülüyor


Florance Nightingale Hastaneleri Nöroşirürji Bölümü Genel Koordinatörü Prof. Dr. Cengiz Kuday, Türkiye’de beyin tümörü tespit edilen vakaların rakamsal karşılığının net olarak bilinmediğini, ancak Amerika’da her yıl 40 bin kişinin bu sorunla karşı karşıya geldiğini kaydetti.
Beyin tümörlerinin bir kısmının, bir başka organdan beyne sıçraması sonucu, bir kısmının da, beynin kendi dokularından kaynaklandığını dile getiren Prof. Dr. Cengiz Kuday, “Araştırmalar, her yıl binlerce kişinin beyninde tümör tespit edildiğini ve bazılarının da bu nedenle hayatını kaybettiğini gösteriyor” dedi.
Kuday, tümörlerin iyi ve kötü huylu olarak ikiye ayrıldığını, ancak yerleri dolayısıyla bazı iyi huylu tümörlerin de kötü huylu muamelesi gördüğünü belirterek, iyi huylu tümörlerin çoğunun cerrahi müdahaleye gerek duyulmaksızın ilaçla tedavi edilebildiğini bildirdi.
İşitme, görme veya beynin içindeki sinirlerden kaynaklanan onlarca tümör çeşidi olduğuna işaret eden Kuday, her birinin tedavisinin farklı olduğunun altını çizdi.

OMURGASIZLARDA SİNİR SİSTEMİ

Omurgasızlar

Omurgasızlar omurgalıların dışında kalan bütün hayvanları kapsar. Günümüz sınıflandırmalarında bir altfilumu oluşturan Vertebrata (omurgalılar) dışındaki hayvanlar, eskiden Invertebrata (omurgasızlar) grubunda toplanıyordu. Ama artan bilgilerin ışığında böylesi bir sınıflandırma yapay duruma düşmüş ve omurgasızlar adı bir sınıflandırma düzeyini gösterecek biçimde kullanılmaz olmuştur.
Varlığını sürdüren hayvanların yüzde 90’ ından çoğu omurgasızdır. Boyutları, ancak mikroskop altında görülebilen tekhücreliler ile dev kalamarlar arasında değişir. Omurgadan ve kasların bağlandığı sert bir iç iskeletten yoksun olmalarına karşın birçoğu sağlam bir dış iskeletle korunmuştur.

1-Süngerler

Süngerler latincede Porifera olarak adlandırılır. Yaklaşık 5 bin türü tanımlanmış, suda yaşayan hayvan filumu olarak genelleme yapabiliriz. En ilkel çok hücreli hayvanlar arasında yer alan süngerler, genellikle dallanmış biçimleri ve kısa süren lavra evreleri nedeniyle bitki sanılmış, hayvanlara özgü yapı ve özellikleri ilk 1755’te çıkarılmıştır.
Süngerlerin yalnız 20 kadar türü (Spongilla cinsi) tatlı sularda, geriye kalan büyük bölümü denizlerde yaşar. En derin denizlerde bile rastlanabilen süngerler, en çok denizlerin tropik ve astropik kesimlerinde yaygındır. Birçok türün uzunluğu birkaç santimetreyi aşamazken, bazılarının boyu 2m’ yi geçmektedir.
Süngerlerin belirli organları, dokuları, özgül biçimi, belli bir bakışımı yoktur. Ortadaki sindirim boşluğunu saran iki katlı bir çeperden (dış deri ve iç deri) oluşan (diploblastik hayvanlar) çok hücreli canlılardır;iç deri (endorm) yakalı kamçılı hücrelilerden (koanosit) oluşur. Bu hayvanlarda sinir sistemi yoktur. Hayvanın içinden geçen ve onun mikrofaj beslenmesini sağlayan su akımı, çok sayıda delikten girer; delikler titreyen sepetçiklere, onlarda bir merkezi girişe açılır. Su oradan, anusa benzetilebilecek büyükçe bir delikten (oskulum) dışarı çıkar. Dış ve iç hücre katmanları arasında mesoglea denen ve içinde serbestçe hareket eden amipsi hücrelerin (amibosit) bulunduğu jölemsi bir katman yer alır.
Süngerler 3 sınıf altıda toplanır: Calcispongiae (Calcarea), Hyalospongiae (Hexactinellida) ve Demonspongiae. Calcispongiae yada kalkerli süngerlerin üyeleri, kalsiyum karbonat iğneciklerinden kurulu iskeletleriyle ayırt edilen deniz süngerleridir.
Hyalospongiae yada silisli cam süngerlerinin iskeleti silisli ve genellikle 6 eksenli iğneciklerden kuruludur. İğnecikler kesintisiz bir ağ oluşturacak şekilde birleşebilir. Demonspongiae yada silisli süngerler 4.200 dolayında türdeki en geniş sünger sınıfıdır. İskeletleri sponjin denen, yalnızca süngerlere özgü bir madde içerebilen bu sınıf üyelerinin çoğu sığ sularda yaşar.
Süngerlerde bulunan amipsi hücreler küre biçimli yumurtaları üretir. Döllenmeden sonra oluşan lavralar gövdelerini çevreleyen kirpiklerin yardımıyla uygun bir yüzeye tutunana dek yüzerler. Burada hızla gelişen lavra çok geçmeden erişkin sünger hayvanına dönüşür.Bazı türler tomurcuklanma yoluyla eşeysiz olarak da ürer. Tomurcuklar daha sonra ana süngerden ayrılarak gelişimini bağımsız bir biçimde sürdürür.


2-Örümceğimsiler

Arachnidalar, Arthropoda (eklembacaklılar) filumunun, başta örümcekler, akrepler, akarlar, keneler ve uyuz böcekleri olmak üzere, 70 bin kadar etçil ve karada yaşayan omurgasız türüdür.. Arachnida üyelerinin en belirgin özellikleri, iyi gelişmiş bir baş bölümü ile sert (kitinleşmiş) bir dış iskeletten oluşan bölütlü gövde yapısı ve çift sayıdaki eklemli gövde uzantılarıdır.
Büyüme sürecinde birkaç kez kabuk (dış iskelet) değiştiren bu hayvanların gövdesi başlıca 2 bölümden oluşur: Kabaca böceklerin baş ve göğüs bölümlerine karşılık düşen ve sefalotoraks yada ön gövde (prosoma) denen başlı-göğüs ile art gövde yada opistosoma denen karın bölgesi. Ön gövde 6, karın 12 bölütten oluşur. Başlı-göğüs bölgesindeki 6 çift uzantının ilk çift genellikle kavrama organıdır; örümceklerde, zehir çengelleri denen bu kısa uzantının ikinci bölütü zehiri fışkırtmaya yarayan bir saldırı organına dönüşmüştür. Dokunma ayakları ve çene ayakları adıyla da bilinen ikinci çift (pedipalp), ya bacağa benzer dokunma organıdır yada hayvanın avını yakalamasına yarayan, kıskaca benzer kavrama organıdır. Bazı türlerde, dokunma ayaklarından her birinin en alt bölütü kesici yada parçalayıcı bir organa dönüşerek, beslenme sırasında ağız parçalarına yardımcı olur; örümceklerde, dokunma ayaklarının en uç bölümü özel bir çiftleşme organı görevini üstlenir.
Arachnida sınıfının yaşayan 11 takımı, yeryüzündeki dağılımlarına göre 3 büyük grup içinde toplanabilir. Araneida (örümcekler), Opiliones, Pseudoscorpiones (yalancı akrepler) ve Acarina (keneler, akarlar, uyuz böcekleri) üyeleri dünyanın her yerine yayılmıştır. Kuzey bölgelerinde oldukça seyrek, buna karşılık tropik ve astropik bölgelerde çok bulunan türler, Scorpionida (akrepler), Solifugae (böğler yada poylar), Amblypygi (kuyruksuz kamçılı akrepler) ve Uropygi (kuruklu kamçılı akrepler) takımındandır. Çok dar ve sınırlı bir dağılım gösteren takımlar ise Palpigradi, Ricunulei ve Schizomida’dır.
Arachnida sınıfından eklembacaklıların kur yapma ve çiftleşme davranışları oldukça ilginçtir. Genelleme yapmak pek kolay olmamakla birlikte, erkek çoğunlukla spermini dişiye doğrudan aktarmaz. Bazı türlerin erkeği spermini yere yada ağına bırakır; akrep ve yalancı akrepler, içinde sperma hücresinin bulunduğu bir sıvı damlacığını taşıyan, jelatinsi yapıda bir sperma kesesi oluştururlar. Çoğu türlerde erkek kimyasal bir madde salgılayarak dişiyi eşleşmeye çağırır; görüşü keskin olan türlerde ise göz alıcı renkleriyle dişini ilgisini çekmeye çalışır.
Arachnida üyelerinin büyük bölümü yumurtayla, bazı türler (örn. akrep) ise doğurarak ürer. Bu türlerde, döllenmiş yumurtalar dişinin içinde gelişir ve yavrular canlı olarak doğar. Analık duygusu pek gelişmemiştir ama, dişi akrep en azından kabuk değiştirinceye kadar yavrularını sırtında taşır.
Akarlar ve kenelerin gelişme ve büyüme çevrimi, Arachnida sınıfının öbür üyelerine göre biraz daha değişiktir. Bu türlerde yumurtadan çıkan 6 bacaklı lavra (kurtçuk), erişkin duruma gelmeden önce bir yada birkaç kez başkalaşım evresinden geçer (nemf). Acarina üyelerinin çoğu yumurtlar; bazıları ovovivipardır, yani yumurtlama sırasında yada hemen ardından yavrular yumurtadan çıkmaya hazırdır; bu türler arasında döllenmesiz çoğalmaya da (partenogenez) rastlanır.
Beslenme alışkanlıkları da türler arasında oldukça büyük değişiklikler gösterir. Opiliones takımının bazı üyeleri uzun bacaklarıyla avlarının peşinde koşar yada otların arasında yiyecek ararken, yalancı akrepler bir ava rastlayıncaya değin ağır ağır dolaşırlar. Bazı kamçılı akrepler daha çok geceleri avlanır, gerçek akrepler ile örümcekler ise avını yakalamak için sessizce beklemeyi tercih ederler. Arachnida üyeleri içinde en değişik beslenme alışkanlığına sahip grup, salgıladığı ipek iplikçiliklerini bazen bir avlanma aracı , bazen bir tuzak gibi kullanan örümceklerdir; ağ kuran türler genelde avın tuzağa düşmesini sabırla beklerken, bazı örümcek türleri de avlanmak için çok ilginç yöntemler geliştirmişlerdir.


3-Derisidikenliler

Echinodermatalar, gövdeleri ser ve dikenli bir kabukla örtülü çok sayıda deniz hayvanını kapsayan filumdur. En derin okyanus çukurlarından gelgit bölgelerine kadar denizlerin bütün derinliklerinde görülebilen derisidikenlilerin 20’yi aşkın sınıfı tanımlanmıştır; bu sınıflardan çoğunun soyu tükenmiş, yalnızca beş sınıftan 6 bin kadar tür bugüne dek varlığını koruyabilmiştir.
Derisidikenlilerin bugün var olan bu 5 sınıfı Crinoidea (denizlaleleri ve tüy yıldızlar), Asteroidea (deniz yıldızları), Ophiuroidea (yılan yıldızları), Echinoidea (deniz kestaneleri) ve Holothuriodea (deniz hıyarları)’dır. Bazı uzmanlar Asterozoa altfilumu içindeki Asteroidea ve Ophiuroidea sınıflarını, aralarındaki yakın ilişkiye dayanarak Stelleroidea sınıfının altsınıfları olarak kabul ederler.
Derisidikenlilerin en belirgin özelliği, kalsiyum karbonattan oluşan iskeletleri ve erişkinlerde beşli ışınlı bakışım gösteren gövde yapısıdır. İskelet yapısı ya deniz kestanelerinde olduğu gibi sert levhaların kaynaşmasıyla oluşmuş, içi oyuk bir kabuk biçimindedir yada pürüzsüz, çok sayıda ayrı ayrı kemik levhacık kaslarla birbirine bağlanmıştır. Deniz laleleri ile tüy yıldızlarda her iki iskelet biçimi birlikte görülür; asıl gövde bölümünde iskelet levhacıkları kaynaşmış, sap bölümünde ise eklemli bir yapı kazanmıştır. Yumuşak gövdeli deniz hıyarlarında ise, iskelet levhacıkları iyice küçülerek mikroskobik parçacıklara bölünmüştür.
Yaşayan derisidikenlilerin bütün sınıflarda egemen olan bakışım (simetri) düzeni, genellikle 5 eksenli olan ışınsal bakışımdır; soyu tükenmiş türlerde görülen iki yanlı bakışım ise, yaşayan türlerden çoğunun yalnızca lavra evresine özgüdür. Ununla birlikte, deniz kestanelerinin bazı türleri erişkinlikte iki yanlı bakışımı korurken, erişkin deniz hıyarları da dıştan iki yanlı, içten ışınsal (beşli) bakışım gösterir. Özellikle savunmaya, ayrıca istenmeyen parçacıkların vücuttan atılmasına yarayan kıskaçsı organlar (pedisel) deniz kestanelerinde ve deniz yıldızlarında bulunduğu halde, öbür 3 sınıfın üyelerinde bulunmaz. Deniz kestanelerinde ayrıca 40 iskelet levhası ile kaslardan oluşan karmaşık yapılı bir çiğneme aygıtı (Aristo feneri) vardır.
Derisidikenlilerin çoğu ayrı eşeylidir. Üreme genellikle spermanın yumurtayı döllemesiyle eşeysel yoldan gerçekleşir; yalnız deniz yıldızları ile deniz hıyarlarının birkaç türünde bölünmeyle eşeysiz üreme görülür. Eşeyli üremede yumurta ve spermalar denize dökülür ve döllenme su içinde gerçekleşir. Dişiler genellikle yılda bir kez ve milyonlarca yumurta döker. Döllenen yumurtalar, yumurtanın iriliğine bağlı olarak iki ayrı gelişme çizgisi izler. Az besin içeren küçük yumurtalardan serbestçe yüzebilen lavralar çıkar; bunlar bir süreliğine planktonlarla beslendikten sonra başkalaşım geçirir ve deniz tabanına yerleşir. Daha bol besin içeren iri yumurtalarda, embriyon gelişmesini yumurta içinde tamamlar ve lavra evresinden geçmeksizin doğrudan erişkine dönüşür.
Derisidikenlilerin çoğu, kopan gövde parçalarını kolayca yenileyebilir.Örneğin denizyıldızlarında, ortadaki gövde diskinden küçük bir parçanın kalmış olması koşuluyla, tek bir koldan yeni bir birey gelişebilir.
Derisidikenlilerin büyük bölümü, dibe çökelmiş yada yüzen çok küçük organik maddelerle, denizkestaneleri ile denizyıldızlarının birçoğu ise bitkilerle beslenir. Yalnız bazı deniz yıldızları özellikle yumuşakçalara dadanan etçil hayvanlardır.


4-Çok bacaklılar

Çok bacaklılar, çok ayaklılar olarak da bilinir. Omurgasızların Arhropoda (eklembacaklılar) filumundan Diplopoda (kırkayak) , Chilopoda (çıyan), Psuropoda ve Symphyla sınıfları ile soyu tükenmiş Achipolypoda grubunun üyelerine verilen ortak addır. Bazı uzmanlar bu hayvanları Myriapoda sınıfı altında toplar ve yukarıda sözü edilen sınıfları birer altsınıf olarak kabul eder. Küçük bir grup olan çok bacaklıların günümüze değin 11 bin yaşayan türü sayılmıştır.
Çok bacaklılar bir çift duyarga, çiğneyici çeneler ve solunum trakerleri gibi birçok çift bacakla donanan kara eklembacaklıları sınıfıdır. Bir çok bacaklının çoğunlukla birbirinin aynı birçok halkasının her biri bir yada iki çift bacak taşır. Cinsellik deliği ya bir tanedir ve arkada bulunur (Chilopoda sınıfı) yada iki tanedir ve öndedir (üyelerinin her halkasında iki bacak bulunan kırkayaklar ve gelişmemiş sineklere benzeyen Symphyla alt sınıfı). Bütün çok bacaklılar yumurtlayarak ürer.
Çok bacaklılar genellikle seyrek görülen hayvanlardır. Bazıları geniş kitlesel göçlerle dikkat çekerken, bazıları da ev ve öbür yapıların kuytu köşelerinde barınır. Yaşayan 4 sınıfı ile tropik ve ılıman bölgelere büyük ölçüde dağılmış olan çok bacaklılar, bazı yerlerde toprağın organik bölümünü (humus) kaplayarak toprak faunasında öne çıkarlar. Çeşit ve sayıca en çok ormanda bulunursalar da, çıyanlar başta olmak üzere kimi kırkayak türleri otlak yada yarı kurak çevrelerde bulunur.

5-Solucanlar

Solucan sınıfı Platyhelminthes (yassı solucanlar), Anelida (halkalı solucanlar), Aschelminthes (yuvarlak solucanlar) ve Pogonophora (sakallı solucanlar) filumlarını kapsar. Bazen Aschelminthes grubunu oluşturan Nematoda (iplik solucanlar), Rotifera, Gastrotricha, Kinorhyncha ve Pripalida sınıfları filum düzeyine yükseltilerek sınıflandırılmaktadır. Yer solucanları, Oligochaeta sınıfından halkalı solucanların karada yaşayan en tanınmış üyeleridir.
Solucanların gövdesi ince uzun, silindir biçiminde yada yassılaşmış ve genellikle uzantılardan yoksundur. Uzunlukları 1mm ‘nin altından başlayarak 15m’yi aşabilir. Denizlere, tatlı sulara ve karalara yayılmış olan bu hayvanların bir bölümü asalak, öbürleri serbest yaşar.

6-Böcekler

Böcekler Arhropoda (eklembacaklılar) filumunun Insecta (böcekler) sınıfını oluşturur. Böcekler hayvanlar aleminin en geniş filumudur: hem birey sayısı hem de uyum sağlama ve yeryüzüne dağılım açısından.
Böcekler sınıfı 2 alt sınıfa ayrılır: Apterygota (kanatsız böcekler) ve Pterygota (kanatlı böcekler). Apterygota altsınıfının Protura, Thysanura (kılkuyruk), Diplura ve Collembola (yay kuyruk) gibi 4 takım içinde sınıflandırılan üyeleri ilkel, kanatsız ve genellikle başkalaşmasız böceklerdir; bunlarda, erişkinlerin ağız parçaları baş kapsülüne tek bir noktada eklemlenir. 27 takımdan oluşan Pterygota altsınıfının üyeleri daha üstün yapılı, kanatlı, kanatlı ve başkalaşma geçiren böceklerdir; bunlarda, erişkinlerin ağız parçaları baş kapsülüne iki noktada eklemlenir. Bu altsınıfın iki bölümünden biri olan Exopterygota, yarı başkalaşmalı böcekleri içerir ve 17 takıma ayrılır: gün sinekleri, hamamböceği, cırcırböceği, kulağa kaçanlar, cadı çekirgeleri, eşkanatlılar, termitler, ısırıcı bitler, tahta kurusu... Altsınıfın ikinci bölümü olan ve tüm başkalaşmalı böcekleri içeren Endopterygota bölümü ise 10 takıma ayrılır: deve sinekleri, kelebek, arı, karınca, sinekler,pireler...
Bütün eklem bacaklılarda olduğu gibi, böceklerin de bacakları eklemli, gövdeleri bölütlü ve genellikle bir dış iskeletle korunmuştur. Bu sınıfın üyelerini eklembacaklıların öbür sınıflarından ayıran temel özellikler ise şunlardır: Öbür eklembacaklılarda gövde 2 bölümden oluşurken, böceklerde baş, göğüs ve karın olmak üzere 3 bölümden oluşur; Öbür eklembacaklıların hiçbirinde kanat bulunmazken, bu sınıfın üyelerinin çoğu kanatlıdır; öbür eklembacaklılardaki en az 4 çift bacağa karşılık böceklerin 3 çift bacağı vardır. Nitekim bazı uzmanlar böcekler sınıfını, altı bacaklı anlamına gelen Hexapoda terimiyle adlandırır.
Böceklerin başlıca özelliklerinden biri olan kanat yapısı ise, sınıflandırma ve adlandırmada temel olarak alınır: Düzkanatlılar, yarım kanatlılar, kın kanatlılar, pul kanatlılar, zar kanatlılar gibi.
Böceklerin yaşam çevrimi genellikle yumurtayla başlar. Türlerin çoğunda, çevre koşulları elverişli olmadıkça lavra yumurtanın içinden çıkmaz ve türden göre ya duraklama durumuna geçerek gelişmesini erteler yada gelişmesini tamamladıktan sonra uyku durumuna geçerek koşulların düzelmesini bekler. Yumurtadan çıkan lavra, kitinli kabuğu sertleşinceye değin hava yutarak şişer. Bu dış iskelet bir kez sertleştikten sonra artık büyümediği için, böcek geliştikçe bu daralan kabuğu atıp, yeni ve daha geniş bir kabuk oluşturarak birkaç kez deri değiştirir. Böceklerin lavra biçimleri 5 grupta toplanabilir : tırtıla benzeyen lavralar, tombul ve kıvrık lavralar, uzun,yassı ve hareketli lavralar, telkurduna benzeyen lavralar ve bacaksız lavralar.
Hemen hemen bütün böceklerde eşeyli üreme, bazılarında döllenmesiz çoğalma, bir bölümünde de tek eşeylilik görülür.


7-Yumuşakçalar

Latince adı Molusca dır. Tipik bir yumuşakçanın bedeni bir baş, bir iç organlar kütlesi ve bir ayaktan oluşur; bunların hepsi manto denilen bir zarla kaplıdır. Mantonun başlıca görevi kavkı salgılamaktır. Kavkı iki çenetli, koni biçiminde, helezon gibi kıvrık, deri altında körelmiş durumda, birçok levhaya bölünmüş (kiton), sarmal bölgelere ayrılmış (Nautilus) olabilir; kavkı erişkinde büsbütün yok olabilir ama embriyonda muhakkak bulunur.
Yumuşakçalarda bakışım hemen hemen iki yanlıdır; beden bölütlü değildir, ama bazı organlarda bölütlenme izlerine rastlanır Genellikle etli olan ayak çoğunda sürünerek yürümeye (karından bacaklılar), yeri delmeye (iki çenetliler), yüzmeye ve besinleri yakalamaya yarar(kafadan bacaklılar).
Yumuşakçalar beş sınıfa ayrılır: İlkel yumuşakçalar(kiton), karındanbacaklılar (genelde sarmal kavkılıdırlar), Scaphopoda (sayıca çok azdırlar), iki çenetliler ve kafadan bacaklılar(ahtapot,mürekkep balığı).




Sölom iki boşluk halindedir; birinde eşeysel bez, ötekinde perikart bulunur. Yumuşakçaların yumurtaları bol vitellüslü olduğundan genellikle iridir. Yumurtalar genellikle çok karmaşık organlarda ayrı ayrı yada bir arada bulunabilir. Lavra yüzücüdür ve bir perdeyle kaplı örtülü bir evre geçirir; bu evre kafadan bacaklılarda yoktur ve karından bacaklı kara yumuşakçalarında lavra iri bir vitellüsle örtülüdür.

8-Kabuklular

Kabukluların iki çift duyargaları, birleşik gözleri, çoğunlukla göğüsle kaynaşmış bir başları vardır. Bu sınıfa ıstakoz, yengeç gibi solungaçlarla donanan eklem bacaklılar dahildir.
Kabuklular temel özellikleriyle öbür hayvanlardan ayrılır. Bedenleri bir baş ile iki ayrı bölgede toplanan (göğüs ve karın) bir dizi bölüt (yada halka) içeren bir gövdeden oluşur. Bölütlerin sayısı gelişmiş kabuklularda 19 yada 20’dir. Çoğunlukla bir yada birçok göğüs bölütüyle kaynaşarak baş, bir başlıgöğüs oluşturur. Göğüs bölütlerinin her birinde, pereiopot adı verilen ve çiğneyici organlara, kıskaçlara yada ayaklara(yürümeye yada yüzmeye yarar) dönüşebilen bir çift eklenti vardır. Malacostraca cinsinin her kalın bölütünde pleopot denen bir çift eklenti bulunursa da öbür öbeklerin üyelerinde genelliklebu eklentilere rastlanmaz.

HAYVANLARDA SİNİR SİSTEMİ

Omurgalılar, yerleştikleri bütün yaşama ortamlarında egemenlik kurmuştur. Ana özellikleri, sırtları boyunca uzanan omurgadır. Bunu dışındaki birçok özellikleriyle de diğer hayvanlardan ayrılırlar. Örneğin iki yanlı bakışım gösteren vücutlarında kas sistemi de büyük ölçüde karşılıklı çiftler halinde gelişen kas gruplarından oluşur. Merkez sinir sisteminin omurilik adını alan ve omurganın içinden geçen bölümü gövde ve uzantıları ile beyin arasında bir sinir köprüsü kurar.


Omurgalılarda kıkırdaktan, kemikten ya da her ikisinden oluşan ve hiçbir hayvan grubunda rastlanmayan bir iç iskelet sistemi vardır. Bu iskelet gelişim boyunca vücuda destek sağlayarak büyümenin sınırlarını genişletir. Bu nedenle omurgalıların çoğu, omurgasızlara göre daha iri yapılıdır. İskelet en ilkel türlerin dışında kafatası, omurga ile kol ve bacak uzantı çiftlerini kapsar. Omurga ile omurgaya bağlanan kol ve bacak kemikleri vücudu destekler. Hareket kemiklere tutunmuş kasların etkinliğine bağlıdır. Hareketin yanı sıra sindirim, görme, dolaşım ve vücut ısısını koruma gibi pek çok işleve katkıda bulunan kas dokusu aynı zamanda vücudun dış çizgilerini belirler. Vücudun dış örtüsü, deri ve türevleri olan tırnak, pul, kıl, post, tüy gibi hem çevreye uyum sağlamaya hem de iç bölümleri korumaya yöneliktir.
Omurgalıların üreme yöntemlerinde görülen farklılıklar sudan bağımsız bir gelişme sürecine uyarlanmalarıyla ilgilidir. Bütün omurgasızlarda eşeysel yoldan gerçekleşen üreme, bir yumurtanın döllenmesi ve bir embriyonun olgunlaşmasıyla ortaya çıkar. Döllenme ve gelişmenin 3 temel yolu vardır. İlki yumurtlayan hayvanlarda döllenmiş yada döllenmemiş yumurtalar dış ortama bırakılır. Yumurtaları dişinin içinde açılan hayvanlarda ise yavrular dişinin vücudunda beslenmeksizin canlı doğar. Sonuncu olarak doğuran hayvanlarda embriyon dişinin üreme sisteminin özelleşmiş bir bölgesinde yuvarlanarak belirli bir süre beslenip geliştikten sonra vücuttan ayrılır.

1-Kuşlar

Kuşlar, Aves sınıfını oluşturan sıcakkanlı omurgalıların ortak adıdır. Vücutlarını örten ve başka hiçbir hayvan grubunda rastlanmayan yapıdaki tüyleri en ayırt edici özelliklerini oluşturur. Ön bacakları uçmaya uyarlanarak kanat biçimini, tüylerle örtülü ve dişsiz olan alt ve üst çeneleri uzayarak gaga biçimini almıştır. Yumurtalarını kalkerli bir kabuk örter. Gözleri, çevreyi algılamada kullandıkları en gelişmiş duyu organlarıdır.
Uçma yetenekleri sayesinde kuşlar tüm yeryüzüne dağılmıştır. Yeryüzünün herhangi bir yerindeki kuş türlerinin sayısı genel olarak uygun yaşama ortamlarının çeşitliliğine ve bölgenin büyüklüğüne bağlıdır.
Dünyada günümüzde 8000’e yakın tür kuş bulunmaktadır. Kuşların beslenme biçimleri de, türleri kadar çeşitlidir. Beslenme bakımından kuşları ana gruplarda toplarsak: Yelyutanlar, kırlangıçlar, ve çobanaldatanlar gibi böcekle beslenenler; akbaba, balıkçıl, yalıçapkını, sumru gibi etobur olanlar ve tohum, meyve, balözü gibi besleyici değeri yüksek bitkisel maddelerle beslenenler. Az sayıda tür ise yaprak ve tomurcuk yer.
Bacaklarının ve gagalarının dış yapısına bakarak sınıflandırılırsa eğer koşarkuşlar, perdeayaklılar, uzunbacaklılar, tavuksular, güvercinsiler, yırtıcıkuşlar, tırmanıcıkuşlar, ötücükuşlar gibi daha çeşitlilik elde ederiz. Uzun zaman boyunca bilim adamları kuşlar böyle sınıflandırıldılar. Günümüzdeki bilim adamlarıysa kuşları hem iç anatomilerini, hem dış özelliklerini hesaba katarak daha çok sayıda ama daha anlamlı bölümlere ayırmaktadır.
Kuşlarda, memelilerinkine benzeyen dolaşım sisteminde 4 boşluklu (2 kulakçık, 2 karıncık) bir yürek bulunur. Ne var ki erişkinde sağ büyük aort yayı vardır. (Oysa memelilerde bu yay soldadır.) Merkezi sinir sistemi karmaşıktır; beyin sürüngenlerinkinden daha iridir; beyin yarım yuvarları ve beyincik çok gelişmiştir; beyin yarım yuvarlarında çizgili cismin merkezi çok karmaşıktır.
Koku alma organı kuşlarda önemsiz bir rol oynadığı sanılır. İşitme duygusu iyi gelişmişse de algılanan sesler memelilerinkinden daha azdır. Ama sesleri çok gelişmiştir; her türün çeşitli sesleri ve çoğunlukla belli bir şarkısı vardır. Ses organı memelilerinkinin tersine gırtlak değil soluk borusunun bronşlara ayrıldığı yerde ya da, bazen, soluk borusunda bulunan göğüs gırtlağıdır.
Üreme açısından kuşları incelersek, yumurtayla ürerler. Genellikle bir yuvaya bırakılan yumurtaların sayısı türden türe değişir. (1-20 arasında, hatta daha çok) Embriyonun normal gelişmesi için yumurtanın belli bir sıcaklıkta bulunması gerekir. Bazı ender istisnalar dışında (iriayaklıgiller) bu sıcaklık kuluçkaya yatırılarak elde edilir. Kuluçkaya çoğu zaman dişi, bazen hem erkek hem dişi hem erkek, bazen de yalnızca erek kuş yatar. Kuluçkaya yatan kuşun karnında genellikle kuluçka levhaları gelişir, bu levhaların sıcaklığı derinin geri kalanından daha yüksektir. Kuluçkaya yatma süresi, yumurtanın boyuyla orantılı olarak 12 günle (bazı ötücü kuşlar ve ağaçkakanlar) 80 gün (kivi) arasında değişir.
Toplu yaşama alışkanlığı türden türe büyük bir çeşitlilik gösterir. Bazıları hep bir arada yaşar ve koloniler halinde yuva yapar; bazıları üreme mevsiminde birbirlerinden ayrılır; normal zamanlarda yalnız yaşayan bazılarıysa yuva kurmak için bir araya gelirler. Başlıca etkinlikleri katı içgüdülere dayanırsa da, kuşlarda tanıma, seçme, uyum gibi yetenekler ve çok güçlü bir bellek vardır.
Yerleşim olarak kuşlar, kutuplara ve dağlardaki sürekli karlar sınırına kadar yerkürenin bütün bölgelerinde yaşarlar. Deniz kuşları bütün okyanuslarda bulunursa da hiçbiri üreme sırasında karalardan vazgeçemez. Hem tür, hem sayı bakımından kuşların en çok oldukları yerler yağışlı tropikal ülkelerdir. Soğuk ve ılıman bölgelerdeki kuşların çoğu kışı burada geçiremez ve bu nedenle az çok düzenli göçler yaparlar.

2-Sürüngenler

Reptilialar; beden sıcaklığı değişken, amniyonlu, dörtayaklı omurgalılar sınıfı olarak adlandırılır. Sürüngenler amfibyumlar ile kuşlar ve memeliler arasında bir evrim basamağını oluşturur. Eldeki kanıtlar kuşlar ve memelilerin sürüngen atalarından doğduğunu göstermektedir.
Adları yürüyüş biçimlerinden gelir; karınları yerden biraz yukarda dursa bile bacaklarının yatay ve kısa olmasından dolayı sürünerek hareket ederler. Yılanlar dışında hepsi 4 bacaklıdır.Sürüngenlerin çoğunda bulunan çok küçük kancalarla donanmış tırnaklar yada pullar tırmanma sırasında önemli bir işlev görür. Ayrıca kuyruklar dallara sarılarak sıkıca tutunmayı sağlar.
Sürüngenlerin iyice keratinleşmiş bir derisi vardır, üzeri dışderi kökenli pullarla kaplıdır ve içinde hemen hemen hiç salgı bezi yoktur; hatta altderi kimisinde kemikleşmiştir. (kaplumbağaların bağası) Kafatası bir tek artkafa lokmasıyla omurgaya eklemlenir. 2 kulakçık ve kısmen iki boşluğa ayrılmış bir karıncıktan oluşan (timsahlarda birbirinden ayrıdır) kalpten 2 aort yayı çıkar. Akciğer karmaşık yapıdadır, ama arka tarafında, peteksiz bölümler bulunur (hava keseleri). Sindirim borusunun başlıca özellikleri şunlardır: genellikle kalın bir dil, beslenme rejimine uyarlanmış dişler (yalnızca timsahlarda diş yuvası vardır ve kaplumbağaların ağzı bonuzsu bir gaga biçimindedir) ve arkada sidik ve üreme yollarının açıldığı dışkılık.
Duyu organları sürüngenlerde birtakım özellikler gösterir; örneğin Jacobsob organı(ya da ek koklama organı) yılanlara, çatal dilleriyle yakın çevrelerini hemen yoklama olanağı sağlar. Gündüzcü sürüngenlerin retinasında koni biçimindeki hücreler pek çoktur (renkleri görme). Yılanlardan başka bütün sürüngenlerde tek kemikçikli ve kolumelalı bir ortakulak bulunur ve içkulak bir koklea halinde karın-kuyruk doğrultusunda uzanır.
Tuatara adındaki tür dışında tüm sürüngenlerin erkeklerinde çiftleşme organı vardır. Türlerin çoğu yumurtlayarak ürerken bazılarında yumurtalar dişini içinde açılır ve canlı yavrular doğar. Birkaç türde ise dişinin içindeki yavrular memelilerin etenesine benzer bir organ aracılığıyla beslenmektedir.
Toplam tür sayısı 6 bin dolayında olan günümüz sürüngenleri sıcak ve ılıman bölgelerde geniş bir coğrafi dağılım göstermekle birlikte en çok tropik kuşakta bulunur. Bir kertenkele türü ile bayağı engereğin kuzeye doğru yayılma sınırı, aynı zamanda tüm sürüngenlerin de kuzeyde ulaşabildiği en uç noktalardır. Bu 2 türün coğrafi dağılımı Avrasya’da Kuzey Kutup Bölgesi’ne değin girer.

3-Amfibyumlar

Amfibyum kelimesi latincedeki amphi, her ikisi ve bios, yaşamın birleşiminden oluşmuştur ve 2 ayrı ortamda yaşayan anlamına gelir. Amfibyumlar amniosuz, alantoitsiz, embriyonlu, hiç değilse yaşamlarının başlangıcında solungaç solunumlu, bugünkü türlerinde fanersiz derili, 4 bacaklı omurgalılardır. Ayrıca evrimsel gelişmede balıklar ile sürüngenler arasındaki basamağı oluştururlar.
Amfibyumların çoğu, önce su ortamında bir lavra (tetari yada iribaş) evresi yaşar, daha sonra başkalaşma geçirerek karada yaşayan erişkin biçimine dönüşür. Yaşayan amfibyumlar, aralarında önemli yapısal farklar olan 3 gruba ayrılır: Gymnophiona takımından ayaksız kertenkeleler; Urodela takımından sirenler ve çöreller: Anura takımından kurbağalar.
Ayaksız kertenkeleler solucana benzer; bacakları ve kuyrukları yoktur; basit bir bağırsakları, ince ve pürüzsüz derilerinin içine gömülmüş olan küçük gözleri vardır. Sert ve yuvarlakça kafası, toprağı kazmasına yardımcı olur. Bölütlü gövdesi, yarıklarla birbirinden ayrılmış dairesel boğumlardan oluşur. Her 2 gözün yanındaki küçük çukurların içine gömülmüş 2 dokungaçları ve çenelerinin iç yanındaki çepeçevre kemiklerin üstüne dizilmiş birkaç sıra dişleri vardır.
İkinci gruptan olan sirenler ile çöreller, özellikle ABD’nin güneyinde ve Meksika’da çok bol bulunur. Sirenler arka bacağı olmayan, ama ön bölümlerinde bir göğüs kemeri ile iki ön bacağı olan uzun gövdeli su hayvanlarıdır. Solungaçlarıyla solunum yapar ya da su yüzeyindeki hava kabarcıklarını yutarlar. Gözleri pürüzsüz derilerine gömülüdür, dişleri ise üst damakta sıralanır. Kuyruk yüzgeçleri suda ilerlemelerine yardımcı olur. Çörellerin hem ön, hem arka bacakları, kuyrukları, pürüzsüz derileri ve belirgin bir boyunları vardır. Dişler her 2 çenede ve üst damakta yer alır. Bazı çörel türleri, solungaçlı birer lavra olarak bütün yaşamlarını suda geçirirler.
Kara ve su kurbağaları, amfibyumların en büyük grubunu oluşturur. Bu hayvanların en belirgin özelliği, arka bacaklarındaki 3 bilek kemiğinin uzayarak, hayvanın zıplamasına ve yüzmesine yardımcı olan birer bölüm oluşturmasıdır. Dişler genellikle altçenede bulunur. Salgı bezleriyle kaplı olan derileri genellikle pürüzsüz ve yumuşaktır; karada yaşayan bazı türlerin derisi pürüzlü ve kuru olabilir.
Üreme açısından bakarsak: ayaksız kertenkelelerde ve çörellerde üreme genellikle iç döllenmeyle olur. Ayaksız kertenkelenin erkeği, sindirim borusunun alt ucundaki dışkılığın bir bölümünü dışarıya doğru uzatarak spermlerini dişinin içine boşaltır. Çörellerde ise, erkeğin jelatinden bir kese içine döktüğü spermleri, dişi kesesiyle birlikte dışkılığın içine çeker. Buna karşılık, kara ve su kurbağalarının çoğunda dış döllenme vardır; erkek, yumurtalarını döken dişiyi sıkıca kavrayarak spermlerinin yumurtaların üzerine serper. Amfibyumların yumurtaları genelde kabuksuz olduğundan genellikle suya yada nemli bir ortama, örneğin çamurların arasına yada dişinin sırtına bırakılır.
Amfibyumlar yeryüzünün her yerine yayılmış olmakla birlikte en çok tropikal bölgelerde bulunur. Sulak yerlerde ve genelde yalnız yaşarlar.

4-Balıklar

Balık, tatlı ve tuzlu suda yaşayan, evrimleşme çizgileri farklı, soğukkanlı omurgalıların genel adıdır. Bu terim, bir sınıflandırmadan çok bir yaşam biçimini tanımlar. Bugün yaşayan balıklar genellikle 5 sınıf altında toplanır. Bu sınıflar, hava soluyan hayvanların 4 sınıfı olan amfibyumlar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler kadar birbirinden farklıdır.
Yaklaşık 450 milyon yıllık bir geçmişi olan balıklar, bu süre boyunca, hemen her çeşit su ortamına uyum sağlayacak biçimde gelişmiştir. Kara ortamına geçiş sürecinde büyük bir değişime uğrayarak 4 ayaklı kara omurgalılarına dönüştüklerinden, aslında kara omurgalılarının ilk ataları bu su canlılarıdır.
Balık dendiğinde genellikle, yüzgeçleri olan, solungaçlarıyla solunum yapan, gövdesi kaygan ve suda hareket etmeye elverişli olan su hayvanı akla gelir. Ne var ki, bu tanıma uymayan balıkların sayısı, uyanlarından çok daha fazladır. Bazılarının gövdesi uzunlamasına genişlemiş, bazılarınınki kısa kalmış, özellikle dipte yaşayanlarda yassılaşmış, birçoğunda da yanlardan basılmıştır. Ağızlarının, gözlerinin, burun deliklerinin ve solungaçlarının konumu da türden türe büyük bir değişiklik gösterir.
Balık vücudunun temel yapısı ve işlevi bütün öbür omurgalılarınkine benzer. Kara omurgalılarının vücudunu oluşturan 4 temel doku balıklarda da vardır: Dış yüzeyleri kaplayan epital doku, bağ ve destek doku (kemik, kıkırdak ve lifsi dokularla türevleri), sinir dokusu ve kas dokusu. Tipik balık vücudu, yüzmeye uyarlanmış aerodinamik profilli ve iğ biçimindedir: baş, gövde ve kuyruk bölümlerinden oluşur. Yaşamsal önemdeki organları içeren gövde boşluğu genellikle vücudun ön alt yanındadır. Bu boşluğun arka ucunda, anüs yüzgecinin tabanının hemen önünde, dışkıların boşaltıldığı anüs deliği bulunur. Omurilik ve omurga, kafa iskeletinin arka bölümünden başlayıp sırt, gövde boşluğu ve kuyruk bölgesinden geçerek kuyruk yüzgecinin tabanında sonlanır.
Balıklarda çok değişik üreme biçimleri görülmekle birlikte, en yaygın olanı dişinin suya bıraktığı sayısız, küçük yumurtanın vücut dışında döllenmesine dayanır. Açık denizlerdeki yüzey balıklarının yumurtaları genellikle suya asılıymış gibi duru; kıyı ve tatlı su balıkları ise yumurtalarını deniz dibine yada bitkilerin arasına bırakır; hatta bazı türler bir salgıyla yumurtalarını kayalara yada bitkilere yapıştırır. Yumurtaları dölleyecek olan spermalar erkeklerin gövde boşluğundaki 2 (bazen 1) erbezi içinde üretilerek , süt kıvamındaki ve rengindeki bir sıvıyla suya boşaltılır. Kemikli balıklarda, erbezlerinin her birinden çıkan bir sperma kanalı, anüsün arkasındaki ürogenital deliğe, köpekbalıklarında ve vatozlarda ise dışkılığa açılır. Ayrıca bazı balıklarda, erkeğin spermalarını dişinin yumurta kanalına boşaltmasını (iç döllenme) sağlayan bir tür çiftleşme organı vardır.
Balıklara duyu organları açısından bakarsak; koku duyuları, hemen hemen tüm balıklar için büyük önem taşır. Çok küçük gözlü bazı yılanbalıkları, besininin yerini bulabilmek için görmeden çok koku duyusuna güvenir. Tat duyusu da balıkların çoğunda çok gelişmiştir; yalnız ağız boşluğunda değil, başın ve vücudun bazı bölümlerinde de tat alma organları bulunur. Beslenme, tehlikelerden kaçınma ve üreyerek soyunu sürdürme açısından belki de en önemli organ gözdür. Balıkların gözü temel yapısı ve işleviyle bütün diğer omurgalılarınkine benzese de, çok değişik yaşam koşullarına uyarlanmış olduğundan değişik özellikler gösterirler. Karanlık ve loş ortamlarda yaşayan balıkların gözleri genellikle büyüktür. Ama başka bir duyusu aşırı gelişerek baskın duruma geçerse gözlerin işlevi azalır. Onlarda ses algılama ve denge, birbirleriyle çok yakın bağıntısı olan iki duyudur. Suyun içerisinde kolayca yayılan ses dalgaları, özellikle düşük frekanslı dalgalar, balıkların baş ve gövde içi sıvıları ile kemiklerine çarparak işitme organlarına iletilir. Balıklarca algılanabilen ses frekanslarının alanı insanlarınkinden çok değişiktir; bu da sesin sudaki yayılma hızından ileri gelir. Bir çok balığın, dişlerini birbirlerine sürterek yada başka yollarla birtakım sesler çıkarıp birbirleriyle iletişim kurdukları sanılmaktadır.

5-Memeliler

Mammaliaları, sıcakkanlı omurgalılar sınıfı olarak tanımlayabiliriz. Dişiler yavrularını yalnız bu gruba özgü yapılar olan meme bezlerinin salgıladığı sütle besler. Memelilerin öbür önemli ayırt edici özellikleri arasında deri türevi olan kıllar, alt çenenin kafatasına eklenme biçimi, kalp ve akciğerleri karın boşluğundan ayıran kaslı bir diyaframın varlığı, yalnız sola dönen aort yayının bulunması, olgunlaşmış alyuvarların çekirdeksiz oluşu sayılabilir.
Memeliler evrim sürecinde boyut, biçim, yapı ve davranış özellikleri bakımından çok büyük bir çeşitlilik kazanmıştır. Memeli hayvanlarda gelişmeye yönelik başlıca üstünlük yavruların, ana babalarının deneyimlerini öğrenme yeteneğidir. Yavru memelilerin beslenmek için annesine bağımlı oluşu bir eğitim süresini gerektirir. Bu ise başka hiçbir canlı grubunda rastlanmayan ölçüde çevre koşullarına uyarlanmayı sağlayan davranış esnekliğine yol açar.
Memelilere has özelliklerin başında deri salgı bezlerinin bulunması gelir. 3 tip deri salgıbezi vardır: kılları temizleyen yağ bezleri; ter salgılayan ve hem boşaltımda hem de beden ısısını düzenlemede rol oynayan ter bezleri; yavruların beslenmesini sağlayan süt bezleri. Ayrıca memelilerde çok sayıda boynuzsu oluşuma rastlanır: pullar, tırnaklar, toynaklar, boynuzlar; fanerlerin en niteleyici olanları, yalnızca onlarda bulunan kıllar ve tüylerdir. Kıllar kürkü oluşturur; kürkün bulunması bu hayvanların sıcakkanlı (beden sıcaklığının değişmemesi) olmasını sağlar (tüylerin ve teleklerin bir ısı yalıtkanı görevi yaptığı kuşlarda da aynı özelliğe rastlanır).
Beslenme davranışlarında görülen özelleştirme diş oluşumunu da belirler. İlkel memeliler kesmeye ve koparmaya uyarlanmış dişleri uzun ve sivri uçludur. Otçulların özelleşmiş yan (azı) dişlerinde karmaşık değme yüzeyleri ve genişlemiş taç bölümü dikkat çeker. Ayrıca bu dişler aşınmanın etkilerini değişik yollardan en aza indirecek özellikler taşır. Genel olarak memelilerin çoğu heterodonttur ve hepsi de alveollü 3 çeşit dişleri vardır: kesici dişler, köpek dişleri, azı dişleri (küçük ve büyük azılar). Temel diş formülü olarak 44 dişten oluşan domuzun diş formülü kabul edilir. Memelilerin, genellikle, birbiri arkasına çıkan iki tip dişleri vardır; sütdişleri (geçici dişler) ve kalıcı dişler.
Memelilerin kalbinde kuşlarda da görüldüğü gibi sağ ve sol karıncık tümüyle birbirinden ayrılmıştır. Bu gelişim iki ayrı kan dolaşımını olanaklı kılar. Oksijen yüklü kan akciğerlerden kalbin sol kulakçığına geldikten sonra sol karıncığa geçer ve dokulara gönderilmek üzere aorta pompalanır. Alyuvarlar en yüksek düzeyde oksijeni taşıyacak biçimde evrimleşmiştir. Olgunlaştıklarında çekirdeklerinin kaybolması da oksijen taşıma kapasitelerini yükseltir.
Yalnızca memelilerde görülen bazı başka özellikler de iç organlarda ortaya çıkar: beden iç boşluğu (sölomlu) kaslı bir diyaframla ikiye ayrılır (karın boşluğu ve göğüs boşluğu). Merkez sinir sistemi yeni bir beyin bölgesinin (neokorteks; bu bölgeye nasırlı cisim, Varol köprüsü yada beyincik yarımküreleri gibi yapılarda eklenmektedir) bulunması nedeniyle çok gelişmiştir.
Dişilerde üreme organının yapısı memeli gruplarına göre değişiklik gösterir. Eteneli memelilerde üreme organı dölyatağının biçimine bağlı olarak 4 temel tip altında toplanabilir. Kemiriciler ve Lagomorpha takımında tümüyle ayrılmış 2 dölyatağı birbirinden bağımsız olarak dölyoluna açılır. Etçillerde de dölyatağı büyük ölçüde ikiye ayrılmakla birlikte dölyoluna tek bir kanalla bağlanır. Toynaklıların birçoğunda dölyatağının dallanmış dip bölümü iyice kısalmıştır, gövde bölümü ise ortaktır. İnsan da aralarında olmak üzere üstün yapılı primatlarda dölyolu basitleşmiş, öbür gruplarda görülen dallanma tümüyle ortadan kalkmıştır.

OTONOM SİNİR SİSTEMİ

Korktuğumunda kalp hızımız ve solunumumuz hızlanır ve yüzeyelleşir, ağzımız kurur, kaslarımız gerginleşir, avuç içlerimiz terler, ve belki koşmak isteyebiliriz. Bu vücutsal değişikliklere otonom sinir sistemi aracılık eder. Otonom sinir sistemi kalp kası, düz kas ve dış salgı bezlerini kontrol eder.  Hipotalamus, iç ortamın sürdürülmesi olan hemostasizi sağlayacak vücutsal yanıtları düzenler. Hipotalamus, otonom sinir sistemi, endokrin sistem ve motivasyonla ilişkili nöral sistemle ilgilidir.
Otonom sinir sistemi viseral ve büyük oranda istemsiz duysal ve motor sistemdir.
     Tüm viseral reflekslerin merkezi medulla spinalis yada beyin sapıdır. Tüm bu refleksler, beyin sapı, hipotalamus ve ön beyindeki santral otonomik kontrol çekirdeklerinde düzenlenmesine rağmen birkaç istisna dışında istemsizdir.
Otonom  sinir sistemi üç temel bölümde incelenir:
1.      sempatik
2.    parasempatik
3.    enterik
sempatik ve parasempatik sinir sistemleri düz kas, kalp kası ve dış salgı bezlerini innerve eder. Duysal lifler spinal yada kranial sinirler ile merkez sinir sistemine ulaşır. Motor yanıtlar pre ve post ganglionik nöronlarla ulaştırılır. Enterik bölüm daha çok otonomiye sahiptir. Merkezle minimal ilşkileri vardır. Sindirim reflekslerine aracılık eden duysal ve motor reflekslerden oluşur.
Amerikan fizyolog Walter B. Cannon ilk defa sempatik ve parasempatik sistemlerin farklı fonksiyonlarından söz etmiştir. Parasempatik kısım, dinlenme ve sindirim, sempatik kısım ise acil durum reaksiyonlarını (savaş-yada uçuş reaksiyonları) düzenler. Acil durum karşısında iç ve dış ortam şartlarında ani değişiklikler oluşturulması gerekir. Deneysel olarak sempatik sinir sistemi ortadan kaldırılmış hayvanlar sadece ılık ortamda ve hertürlü stresten uzak tutularak yaşatılabilir.
Bu iki sistem Cannon’un iddia ettiği gibi basitçe birbirinden ayrı değildir. Her iki sistemde de tonik bir aktivite vardır, birbirlerini etkileyebilirler ve pek çok davranışta somatik sistemle birlikte hareket edebilirler.
İç ortamın sabitliği fikri ilk olarak Fransız fizyolog Claude Bernard tarafından ortaya atıldı. Daha sonra Cannon tarafından geliştirildi. Cannon 1932’de “The Wisdom Of the Body” adlı kitabında homeostatik mekanizmaların düzenlenmesinde bir anahtar olarak negatif feed back mekanizmaları açıkladı. Otonom sistemin hipotalamus tarafından kontrol edildiğini ve burada feed back mekanizmaların geçerliliğinden bahsetti.

Otonom sinir sisteminin üç bölümünün her biri farklı bir anatomik düzenlenme gösterir.
Otonom sinir sisteminin motor nöronları santral sinir sisteminin dışında bulunur.


Otonom sistemin visseral refleksleri düzenleyebilmek için mutlak duysal nöronlarıda bulunmaktadır. Ayrıca bazı duysal lifler medulla spinalise girerken aynı zamanda otonom ganglionlara da bir dal gönderirler.
Sinaps bölgeleride somatik sistemden farklıdır. Otonom sistemde özelleşmiş ne pre nede post- sinaptik alanlar bulunmaz. Sinir uçlarında varikoziteler vardır. Bu alanlar sinirsel ileticilerin birikmesine ve gerektiğinde salınmasına aracılık eder. Bu yapılanma sayesinde az sayıda lif tüm organda diffüz aktivite sağlar.

Sempatik yollar torako-lumbal çıktıları medulla spinalisin yanında uzanan gangliona taşır.

Preganglionik sempatik nöronların hücre gövdeleri ilk torakal ve son lumbar spinal segmentler arasında medulla spinaliste intermediolateral gri madde de bulunur. Nöronun bulunduğu yerden ön köklerle somatik sistemle beraber medulla spinalisi terk ederler, daha sonra (white myelinated rami) sempatik ganglion zincirine katılırlar. Sempatik ganglion zinciri daha rostral ve kaudale doğru uzanır. Preganglionik nöronların çoğu nispeten yavaş ileten küçük çaplı miyelinli liflerdir. Bir perganglionik nöron yaklaşık 10 postganglionik nöronla sinaps yapar. Post ganglionik nöronlar çoğunlukla miyelinsizdir. Gangliyonu gri myleinsiz rami ile terk ederler.

Superior servikal gangliondaki nöronlar baştaki yapıları innerve ederler(carotis ile birlikte seyreder).
 Servikal ve üst torasik gangliondaki nöronlar kranial damarlar ter bezleri ve kıl folliküllerini ve baş ve gögüsteki viseral organların (göz yaşı ve tükrük bezleri, kalp, akciğerler ve kan damarları) innervasyonunu sağlarlar.
Alt torasik ve lumbar paravertebral ganglionlarda bulunan nöronlar periferal kan damarları, ter bezleri ve pilomotor düz kasları innerve ederler.
Bazı preganglionik nöronlar ise ganglionlardan sinaps yapmadan geçerler ve prevertebral ganglionlara (coeliac, superior ve inferior mezenterik ganlionlar) ulaşırlar. Buralardan çıkan post ganglionik nöronlar GİS organları ve pankreas, karaciğer, böbrekler ve genital organları innerve ederler.
Bir başka preganlionik nöron grubu ise torasik splanik sinir içinde karın boşluğuna gider ve adrenal medullayı innerve eder. Adrenal medulla nöronları gelişimsel ve fonksiyonel olarak postganglionik sempatik nöronlardır.

B. ÇEVRESEL (PERIFERİK) SİNİR SİSTEMİ

Organlardan merkezi sinir sistemine mesaj getiren ve merkezi sinir sisteminden organlara emir ileten sinirlerden oluşur. Birinci boyun omurundan beşinci kuyruk sokumu omuruna kadar; her omur seviyesinde omurilikten iki sinir kökü çıkar. Omurun iki tarafındaki aralıklardan çıkan bu spinal sinir lifleri kaslara motor (hareket) uyarılarını taşırken; organlardan ve deriden gelen duyu uyaranlarını da omuriliğe taşırlar.  
Boyun ve bel bölgesindeki sinir liflerinin düzeni, kollarda ve bacaklarda çok fazla sayıda kas olması nedeniyle daha karmaşık ve şaşırtıcıdır. Spinal sinir kökleri birleşerek karmaşık sinir ağlarını (pleksus) oluştururlar. Bu sinir ağları, kollarda BRAKİYAL PLEKSUS, bacaklarda LUMBOSAKRAL PLEKSUS adını almaktadır. Özetle, sinir sisteminin bu bölümü, beyin ve omurilik dışında kalan sinir hücreleri ile sinir liflerinden oluşur. Çevresel sinir sistemindeki sinir hücresi(nöron) topluluklarına düğüm(ganglion) denir.
Çevresel sinir sistemi ikiye ayrılır;
I. İstemli (Somatik, kişinin isteğine bağlı işgören) sinir sistemi
II.İstemsiz (Otonom, kendiliğinden işgören) sinir sistemi

 I. SOMATİK SİNİR SİSTEMİ
Merkezi sinir sistemine duyusal bilgi gönderen periferik sinirler ile iskelet kaslarını uyaran  motor sinir liflerinden oluşur. Afferent (duyusal) ve efferent (motor) bölümlerden oluşur. Afferent bölüm kas, eklem, tendon ve duyu organlarından gelen uyarıları alır; efferent bölüm ise bu uyarıları değerlendirir.
·     Hem duyu hem de hareket sinirlerini kapsarlar; etkiledikleri organlar iskelet kaslarıdır.
·     Sinir düğümleri vardır(dorsal root ganglia)
·     Somatik duyu sinirleri, algılayıcılardan gelen özel uyarılarla (koku, tad, ses, denge gibi girdiler); ısı, dokunma, ağrı, kendinin farkında olma gibi algıları alırlar
·     Bu duyuların hepsi kişi bilinçli iken algılanır
·     Somatik hareket sinirleri iskelet kaslarının istemli ve bilinçli hareket etmesini sağlarlar
·     Hareket sinirleri genellikle uyarılma sonrası tepki verirler; uyarıldıklarında kasların kasılmasını sağlarlar.
·     Somatik sinir sisteminin tek bir hareket siniri (motor nöronu) vardır

II. OTONOM (VİSSERAL, VEJETATİF) SİNİR SİSTEMİ
Vücudun dengesini korumak amacıyla, bizim istemimiz dışında çalışır. Otonom sinir sistemi ikiye ayrılır: sempatik sinir sistemi, parasempatik sinir sistemi.
·     Düz kasların, kalp kasının ve salgı bezlerinin çalışmasını düzenler (yani, etkiledikleri organlar: düz kaslar, kalp kasları, salgı bezleridir). Bu düzenleme artma/hızlanma ya da azalma/yavaşlama/baskılama şeklinde gerçekleştirilir  
·     Otonom sinir düğümleri vardır (dorsal root ganglia: arka yol düğümü)
·     Afferent(duyu), efferent(hareket) ve integrasyon(birleştirme) merkezi ile bağlantıları vardır
·     Limbik sistemden ve beyincikten(serebrum) gelen uyarı girdilerini alır
·     Uyarıldıklarında:
§     Düz kasların kasılmasını ya da gevşemesini sağlarlar
§     Kalp kaslarının kasılma gücünü belirleyerek, kasların hızlı ya da yavaş çalışmasını sağlarlar
§     Salgı bezlerinin az ya da çok salgı yapmasını sağlarlar
·     Otonom duyu sinirlerinin kan damarlarında, iç organlarda ve vücuttaki iç ortamı denetleyen sinir sistemlerinde algılayıcıları(reseptörleri; interoceptor) vardır
·     Otonom sinir sitemindeki duyu sinirleri uyarıları sürekli (uzunca bir süre) algılamazlar; yani birçok otonomik uyarı sürekli baskılanmaz ya da değişmez
·     Otonom sinir sistemi aynı zamanda somatik duyuları ve özel duyu sinirlerinden gelen uyarıları da alırlar
·     Otonom sinir sisteminin iki hareket siniri (motor nöronu) vardır                            
§     Birincisinin: gövdesi(hücre ve çekirdeği) merkezi sinir sisteminde yer alır; uzantısı(aksonu) myelin kılıfı ile kaplanmıştır, genellikle bu uzantı bir otonomik sinir düğümü ile bağlantılı olup böylece daha uzaklara gidebilmektedir
§     İkincisinin: gövdesi otonomik sinir düğümünde yer alır, uzantısında myelin kılıfı yoktur ve etkilediği organla bağlantılıdır 
Otonom sinir sistemi etkileyeceği organa (efferent) giderken sempatik ve parasempatik olmak üzere iki kısma bölünür. Her ikisi de her organa ulaşır; o nedenle dual innervation(çift desteklenme) denir. Uyarıları ileten hücreler (nörotransmitterler) genellikle düğüm sonrasındaki liflerden (postganglionik fibers) salgılanır; bunlar Sempatik Sinir Sisteminde NOREPİNEFRİN (NE), Parasempatik Sinir Sisteminde ise ASETİL KOLİN (Ach) dir.

SEMPATİK SİNİR SİSTEMi(SSS)
: Sinir sisteminin duygularla hareket eden bölümüdür. Korku, sevinç, heyecan gibi durumlarda sempatik sinir sistemi aktive olur, kan basıncı artar, kalp hızlanır ve sindirim yavaşlar. T1 de başlar L2 veya L3 te sonlanır
SEMPATİK TEPKİLER: genellikle bedensel ya da duygusal baskılarda (stres) ortaya çıkar
§     SAVAŞ ya da KAÇ tepkisi oluşur
§     Gözbebekleri genişler/büyür
§     Kalp hızlı atar, kalp kası güçlü pompalar ve kan basıncı artar
§     Dolaşımdaki kan önemli organlara çekilir, iskelet kaslarına ve kalp kaslarına daha fazla kan verilir
§     Deri terler
§     Soluk yolları genişler ve solunum hızlanır
§     Kandaki şeker seviyesi artar
§     Sindirim sistemindeki ve idrar yollarındaki sfinkterler kapanır.
§     Gelen uyarı uzun süre devam ederse sistem yükü kaldırmakta zorlanır ve sinaptik bağlantılarda ve Adrenal Bezlerde NE salgısı azalabilir/durabilir
§     Sempatomimetik etki: SSS nin tepkisini taklit eden etkidir.
 Sempatolitik etki: SSS tepkisini kesen (bloke eden) etkidir.
 Katekolaminler: SSS ne benzer etkiler oluşturan içten ve dıştan gelen (endojen ve eksojen) maddelerdir.

PARASEMPATİK SİNİR SİSTEMİ(PSS)
: Genelde sempatik sinir sistemini dengeleme görevi vardır. Uyarıları duyu nöronları ile merkezi sinir sistemine getirir ve oluşan tepkileri motor nöronlarla effektör organlara götürür. Merkezi mezensefalon, köprü ve omurilik soğanında bulunur. Liflerini kraniyal ve sakral sinirlerden alır. En önemli sinir lifleri 10. kafaçifti(kraniyal sinir) olan “n.vagus” ve 2.-3. sakral sinirdir. Özetle beyindeki gövdede başlar S2 ila S4 de sonlanır
PARASEMPATİK TEPKİLER: genellikle sempatik tepkilerin sonucunda ortaya çıkar
§     DİNLEN ve SİNDİR tepkisi oluşur
§     Vücudun kendine gelmesini, dinlenme anında enerji dengesinin düzeltilmesini sağlar
§     Sempatik uyarıların eski haline dönmesini sağlar
§     Kalbin yavaşlamasını, soluk yolunun ve gözbebeklerinin eski haline(çaplarına) dönmesini sağlar
§     Tükürük ve barsak salgıları ile barsak harelketlerini artırır
§     Eğer kişinin korkusundan kaçmak ya da korkusunu yenmek için çıkış kapısı yoksa: parasempatik etkiler artar; idrar ve dışkı üzerindeki kontrolü kaybolur
§     Parasempatomimetik etki: PSS tepkisini taklit eden etkidir
 Parasempatolitik (Antikolinerjik) etki: PSS tepkisini kesen (bloke eden) etkidir.

REFLEKS

REFLEKSBiyolog Barış Yelkenci
 
Nöronlar, ya beyinden ve omurilikten oluşmuş MERKEZİ SİNİR SİSTEMİ’ne yada merkezi sinir sistemi ile almaçlar ve tepki organları arasındaki periferik sinir sistemine aittir.
 
Nöronları 3 büyük grup altında toplayabiliriz.
 
1) DUYU NÖRONLAR(Getirici nöronlar): İmpulsları duyu organlarından beyine ve omuriliğe iletirler.
     2) MOTORİK NÖRONLAR (Götürücü sinirler): İmpulsları beyinden ve omurilikten kaslara ya da tepki organlarına iletirler.
     3) ANA NÖRONLAR: Merkezi sinir sistemi içerisinde bulunurlar.İki nöron arasında bağlantı kurarlar.
 
Bu nöron tipları arasındaki ilişki arasında verilen örnleklerle açıklanabilir.Eğer elimizi sıcak bir sobaya uzatırsak, deri içersindeki almaçlar uyarılır ve nöronlarda impuls oluşur.Bu impulslar beynin hipofiz bölümünde değerlendirilir ve hemen ardından motorik nöronlar aracılığı ile belirli kaslar uyarılır Neticede elin hızla sobadan çekilmesi gerçekleşir.Kasılan kasların gevşemesi için impulsların önlenmesi gerekmektedir.Omurilik içersinde motor nöronlarda yaptıkları sinapslarda impulsların geçmesini önleyici bazı maddeleri (inhibitor madde) salgılayan nöronların varlığı bilinmektedir. Bu örnekteki uyarı ve tepkime basit bir omurilik refleksidir. Uyarılma ile tepki arasında geçen zamana REFLEKS SÜRESİ (TEPKİME ZAMANI); mpulsun geçtiği sinir yoluna da ‘’REFLEKS YAYI’’ denir.
 
Refleskler,uyarıya her zaman belirli şekilde cevap verilmesiyle oluşur. Uyarı yorumlanmaz, daha doğrusu onun niteliği hakkında bilgi sahibi olunmaz. Çünkü bir cevabın oluşması için, uyarının oluşturulduğu impulsun beyindeki herhangi bir merkezden geçmesi gerekmez. Ama impulslar ara nöronlarla beyne iletilirse,kortekste değerlendirilmeye alınır ve uyarının niteliği anlaşılır ve istem içinde nasıl hareket edileceğine karar verilir. Örneğin bir uyarıda kolumuzu birden çekeriz yada tehlikede ise bazı organların tahrip olmasını göze alarak vücudumuzu kurtarmak için geri çekmeyiz. Bu önceliğe karar veren beynin korteks bölgesidir.
 
Omurilikte ve beyinde birçok refleks çeşidi vardır. Bunların birçoğu istemimiz dışındadır. Gözbebeğinin küçülüp büyümesi, göz kapaklarının kapanması, diz kapağının altına vurulduğunda bacağın ileriye doğru hareketi, öksürme,aksırma,gülme,kızarma,ter bezlerinin işlevleri bunlardan birkaçıdır.
 
Bazı refleksler bireylerin bireyin özel eğitimiyle kazanılır.Bu tür reflekslere ‘Koşullu refleks’ adı verilir.Bu tip refleks ilk kez 20. yüzyılın başlarında Rus fizyolog Palov tarafından,mide salgısı üzerinde gösterildi.Yaptığı deneyde zil sesiyle beraber bir köpeği besledi.Başlangıçta zil sesi ile sindirim salgısı arasında herhangi bir ilişki olmamasına karşın,daha sona yemeklerin kokusu ve zil sesi arasında bir ilişki kurularak,zil çaldığında mide öz suyu salgılanmayı başladığı görülür.Karşımızda limon yendiğinde ,ağzımızın sulanması gibi.
 
Koşullu refleks bir çeşit kalıtsal refleksle birleşmiştir. Kalıtsal güçlü reflekslerin koşullandırılması çok zordur. Zayıf refleksler koşullandırılmaya daha uygundur. Koşullu refleksler zamanla ortadan kalkma eğilimindedir. Çocukların eğitiminde, hayvanların terbiye edilmesinde ve bazı deneylerin yapılmasıda kosullandırılmış reflekslerin önemi büyüktür.
 
Refleksleri 3 grup altında toplamak mümkündür.
 
1.Basit refleks: Göz kapağının kırpılması
 
2.Koordine edilmiş refleks: Birçok kas ve bez belirli bir düzen içerisinde;hatta belirli bir zaman sürecinde tepkinin doğmasına neden olur. İçgüdü olarak tanımladığımız davranış şekli,gerçekte evrimsel olarak programlanmış bir dizi refleksin, kalıtsal olarak işlev görmesinden başka birşey değildir.
 
3. Anormal refleks: Striknin gibi maddelerle zehirlenmelerde, tüm kaslar ya da büyük bir kısmı düzensiz olarak kasılır.

BEYİNCİK OMURİLİK SOĞANI

Omurilik, Omurilik
Soğanı ve Beyincik



Omurilik  omurganın içinde vücut boyunca uzanan ve ortasında yine boydan boya bir kanal içeren merkezi sinir sistemidir. Omuriliği beyin kökünden kesin bir sınırla ayırmak  olanaksızdır,biri diğerinin devamı gibidir. Erginlerde aşağı doğru ilk lumbar omurun alt kenarına kadar devam eder. Son kısmına ise atkuyruğu şeklinde bir sinir yığını oluşturur.
Omurilik enine kesitinde dıştan içe doğru;kemikten dokusundan yapılmış bir omur,onun altında duramater(sert zar),onun altında arachnoid(örümceksi zar) ,sonra onun altında beyinde de bulunan serebrospinal sıvı onun da altında beyini de örten ve omuriliğin tüm dış yüzünü kaplayan bağ dokudan yapılmış zar pia mader(ince zar) ,sonra omuriliğin içindeki ak madde ve boz madde tabakası ve en içte de yine serebrospinal sıvıyla dolu omurilik kanalı görülür. Omurilikte merkezi kanalın etrafını boz renkli bir bölge çevirir. Onun dışında boz maddeyi içine alan daha açık renkli bir bölge vardır.

Omuriliğin akmaddesi sinir aksonlarından yapılmıştır.
Akmadde; boz madde içine girmeden omurilik içersinde uzanan duyusal sinirlerden ve duyusal ara sinirlerden oluşmuştur. Bu ara sinirler genellikle beyinde sonlanır. Ak maddenin geri kalan kısmı beyinden tepki organlarına uzanan motorik sinirleri içerir.
Boz madde rengini nöronların gövde kısımlarından alır. Enine kesitte ,boz maddenin ,omurilik boyunca ‘H’ şeklinde bir kolon meydana getirdiği görülür. Ray sisteminde olan sinirsel hat ile beyinden  uyarıyı alıcı organlara ve bu organlardan beyine sürekli olarak bir elektriksel akış mevcuttur. Belirli  yerlerde meydana gelecek  meydana gelecek kopmalar,duyusal sinirlerin omurilik aracılığıyla beyine iletilmesini önleyeceği için,o bölgeden aşağıda olan kısımların uyarılması algılanamaz,kaslarına istemli hareket verilemez ve denetlenemez. Ancak istemsiz refleksler  korunabilir.
Omurilik beyin köküne bağlanma bölgesinde iki önemli bölümle ilişkidedir. Bunlar medulla oblangata(omurilik soğanı) ve cerebellum(beyinciktir).
Omurilik soğanı,omurilik ile beynin arka kısmı arasında bulunur. Omuriliğin boz kolonu beynin medullası içine uzanır Kalp atışını,atardamarların çapının değişmesi,solunum hareketleri,yutma ve tükürük salgıları  omurilik soğanı tarafından denetlenir. Ayakta durma ve vücudun duruşunun düzenlenmesi de bu bölgedeki merkezlerde yapılır. Diğer önemli kısımda cerebellum’dur.
Cerebellum büyük beynin(Cerebrum)  arkasında ve altında bulunur. Büyük beyin gibi iki yarım küreye bölünmüştür.
Duyu organlarındaki almaçlardan,kulağın denge ile ilgili kısımlarından gelen uyarılar bu organa ulaşır. Beyincik kasların kasılma derecesini düzenler. Beyinciğin doğrudan elektrikle uyarılması herhangi bir kas hareketi ya da duyusal algılama meydana getirmez. Bu da beyinciğin doğrudan doğruya bir kası uyarmadığını kanıtlar. Fakat çıkarılması,kas hareketlerinde ileri derecede bozukluğa neden olur. Görevi;kaslardan gelen uyarıcıyı  impulslar ile büyük beynin motorik merkezlerden gelen sürekli impulsları karşılaştırarak,yine kaslara doğrudan ya da dolaylı şekilde uygun impuls gönderilmesini sağlamaktır. Konuşma gibi motorik emirler büyük beyin (cerebrum) tarafından meydana getirilir ve kopyaları beyinciğe gönderilir. Beyincik impulsları kontrol eder. Uygun olanları tekrar büyük beyne ya da bazı durumlarda bu impulsları doğrudan doğruya kaslara gönderir. Dolayısı ile beyincik,beyindeki merkezler ile vücuttaki tepkime organları arasında düzenleyici bir rol oynar.
Bilinç altında bir çok şey düşünülmesine rağmen beyin üçgeni (Corpus  striatum), talamus, beyincik yada bizim şu an farkına varmadığımız ve bilmediğimiz birçok merkez tarafından bu düşüncelere bir seçim  ve sansür uygulamakta,ancak bireyin toplumdaki durumuna uygun olanların dışarıya bırakıldığı varsayılmaktadır.